Düşünmek Güzel Şey

İstanbul martıları

Düşünmek güzel şey gerçekten. Biraz da zor ama. Düşünmemek ise daha da güzel belki.

Hayvanları gözünüzün önüne getirin. Bir aslanı mesela. Hadi aslan en güçlü hayvanlardan biri, bir kuşu hayal edelim. Bir martıyı. Hepiniz görmüşsünüzdür martıları. Sürekli uçarlar. Özgürdürler. Ha, bu arada unuttum sormayı: Martı’yı okudunuz mu? Richard Bach’ın romanı. Kendini arayan bir martının, Jonothan Livingstone’un hikayesini anlatır. Çok severim. İnsanın olduğu gibi hayvanların da kendini bulmaya çalışanının hikayesi bu. Okumadıysanız mutlaka okuyun. Kısa zaten. 4-5 saatte dahi bitirirsiniz yavaş kitap okuyan biri olsanız dahi.

İstanbul martıları

Konuya dönelim. Martılar. Bir martı olduğunuzu hayal edin. Sabah kalkıyorsunuz. Açsınız. Yiyecek arıyorsunuz. Sonra bakıyorsunuz bir vapur geçiyor. ‘Belki size yiyecek atan birileri olur’ diye bir düşünce yok. Düşünce yok aslında. Her yaptığınız içgüdüsel. Zor değil yani. Bakıyorsunuz bazı martılar takılmış bu vapurun peşine. Siz de gidiyorsunuz. Sürü misali.

Vapurdan simit atanlar var. Havada yakalamanız lazım. Her simit parçası atıldığında sizinle birlikte yakınınızdaki diğer martılar da o simit parçasını alma derdinde. Ufak parçalar olduğundan ve sürekli geldiğinden belki de, çok büyük bir çekişme yok simitleri kapma yarışında. Hiçbir martının yakalayamadığı simitler ise denize düşüyor. Onu yine yakalama şansınız var. Ya da yüzeye yakın balıklardan biri de yiyebilir o simit parçasını.

Uğraşıyorsunuz, çırpınıyorsunuz. Sonunda birkaç simit yakaladınız. Açlığınızı biraz olsun azaltıyorsunuz. Biraz da yüzeydeki balıkları gözlemliyorsunuz. Onlardan birini yakaladınız mı tüm gününüz güzel geçiyor. Çünkü protein kaynağı balıklar. Tabii siz balıkları protein kaynağı olduğu için yemiyorsunuz. İçgüdüsel bir olgu bu yine. İçgüdüleriniz size balık yemenin iyi olduğunu söylüyor. Sonra devam.

Biraz daha zaman geçiyor. Yine acıkıyorsunuz. Yine simit peşinde koşmalar. Denizin yüzeyinden balık avlama çabaları. Ya da en kötü solucan vs. deniz kıyısında ne bulabilirseniz artık, onları yiyorsunuz.

Sadece yemek yok tabii hayatta. Sevişmek de lazım. Tamamen içgüdüsel ama bu da. Kendinize uygun bir martı buluyorsunuz. Onunki de yine içgüdüsel. Çoğalma, türünü devam ettirme içgüdüsü. Başka bir olgu yok. Bir sonraki gün peki. Yine aynı döngüye devam. Zaman içinde bir de baktınız dişi yumurta yaptı. Hem dişi hem erkek çalışıyorsunuz. Biriniz yumurtanın başında beklerken diğeriniz yemek getirmeye gidiyor. Yavrunuz yumurtasından çıktıktan sonra yine benzer bir durum. Dişi ya da erkekten biri yavrunun başında beklerken diğeri yiyecek getirmeye gidiyor. Sonra yer değiştiriyorlar. Bunların da hepsi içgüdüsel. Düşünme yok işin içinde.

Zamanı gelince de ölüyorsunuz. Yaşlılık hali. Yapacak bir şey yok.

Peki sizce böyle bir hayat nasıl? Tamamen içgüdülerinizle yaşadığınız bir hayat. Düşünmek yok. Biraz fazla mı geldi? Bana çok fazla gelir öyle bir hayat. Çünkü bir bir martıdan çok daha fazlasına sahibiz. Aslında düşünme diyoruz ama basit anlamda düşünme hayvanlarda da var. Bizde farklı olan muhakeme edebilme yeteneği. Yani doğru ile yanlışı ayırt edebilme özelliğimiz.

Size sorsam, siz bu yeteneğinizi kullanıyor musunuz? Yoksa “başkaları düşünsün, ben uygularım” mı diyorsunuz? Öyle ise martılardan çok da farkınızın olmadığının farkında mısınız? Bir de askerlerden farkınızın olmadığı konusu var.

2. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’da savaş suçlularına ne yapılacağı tartışılırken adil yargılama önerilmiş ve kabul edilmişti. O mahkemelerde herkesin söylediği çok basit bir söz vardı: Emri uyguladık. Askerlikte de vardır ya, emri uygulamakla mükellefsindir. Ama sonrasında bir üstüne de götürme hakkın vardır. Yalnız emri uygulamak askerlikte geçerli olmasına rağmen sivil hayatta öyle değildir. Size verilen emrin/talimatın doğruluğunu, geçerliliğini, sonucunun iyi ya da kötü olduğunu sorgulama şansınız da vardır. Uygulamama şansınız olduğu gibi. En fazla işinizi kaybedersiniz. Benliğiniz yerine.

John Perkins’in hikayesini kendisi ile konuşmuştum. O da yaptığının iyi olduğunu düşünüyormuş. Sonra bir de bakmış sonuçlara, anlatılanlardan çok farklı. Devamında ne yaptığını size bırakıyorum. Bir nevi Edward Snowden vakası diyebilirim. Biraz daha fazlası ama.

Son olarak başıma gelen bir olaydan bahsedeyim :Toastmasters’da yaptığım bir konuşmada sorgulamak gerektiğini söylemiştim. Katılımcılardan birçoğu itiraz etmemesine rağmen biri çok da sorgulamamak gerektiğini, fazla sorgularsak işin içinden çıkılamayacağını söylemişti. İşte o martı olmayı tercih ediyordu. Kişisel çıkarı ve kolayına öyle geldiği için. Öyle bir bakışı vardı ki, sorgulayınca onun hayatından çok ilginç bilgiler alacağımı hissediyordum. İlginçti gerçekten.

Peki size sorsam: Hangi yolu tercih edersiniz? Düşünmeyi, yani sorgulamayı ve muhakeme yapmayı mı yoksa doğrudan verilen emri uygulamayı mı?

You may also like...

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d bloggers like this: