Ali’nin Düğünü – Bir Filmin Anatomisi

Bu akşam Ali’nin Düğünü adlı filmi izledim. Eve geldikten sonra televizyonun konsolunu değiştirdim ve uyumadan önce Netflix’e bakayım dedim. Filmler arasında bu ilgimi çekti. Ali’s Wedding, yani Ali’nin Düğünü. Avustralya’da yaşayan Iraklı bir ailenin hayatını konu alıyordu. Citizen Khan dizisine benzer, göçmenlerin hayatını konu alan bu filmi görünce izleyeyim dedim. Daha afişte dahi yazıyor: ‘Gerçek Bir Hikayeden Alınma, Ne Yazık ki!’

Hep duyarız, Hindistan’da avukat, doktor ya da mühendis değilseniz, hiçbir şeysinizdir. Yani ailenizin de, çevrenizin de size bakışı bu yönde oluyor. Filmdeki de müthiş bir mahalle baskısı ve sonrasında yaşanan trajikomik olaylar. Her zaman trajikomik olmuyor tabii ki yaşananlar.

Film, bir yandan kendi geçmişime götürdü beni. Babam bir dönem en yakın arkadaşının oğlu okuyor diye benim de Sağlık Meslek Lisesi okumamı istemişti. Liseyi bitirince memur olacaktım ve hayatım kurtulacaktı. Bu kadar basitti. Eniştem makine mühendisi olarak Köy Hizmetleri’ne sözleşmeli olarak girmiş ve kadrolu işçi olan babamdan daha az maaş alıyordu. O da mühendis olmamın dahi bana iş garantisi sunamayacağını düşünüp bir nevi hayatımı garanti altına almama çalışıyordu belki. Vizyon eksikliği vardı yani, ciddi anlamda.

Sınava girdim ve hiç hazırlık yapmamış olmama rağmen 3. olarak kazandım Doğubeyazıt Sağlık Meslek Lisesi’ni. Herkes çok sevindi ve 2 hafta kadar orada okudum. Sonrasında annemin teşvik ve desteği ile Süper Lise’ye gelip orada devam ettim. Yeni hedef daha yüksekti. Tıp!

Halamın oğlu Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde okuduğu için, babama benim için koyabileceği yeni bir hedef çıkmıştı. Lisenin ilk zamanlarından itibaren hep bana tıp okumamla ilgili telkinlerde bulundu. Son iki sene çevremdeki biraz okumuş, üniversiteye gitmiş, öğretmenlerim dahil herkesi beni tıp okumaya teşvik etmeye yönlendirdi. Ama ben kararımı daha lise birinci sınıfta vermiştim. Bilgisayar mühendisi olacaktım. Nedeni sadece babama karşı gelmek değildi. Çok temel bir nedeni vardı: Biyolojiyi sevmiyordum. Zaten sayısal derslerim arasında her daim en zayıf olduğum alan biyoloji olmuştu. İlgimi çekmiyordu, kafamı da veremiyordum. Bir diğer yandan da 6 yıl tıp okuyup sonrasında uzmanlık, doçentlik ve profesörlük diye düşündüğümde ömrümü tıbba adamam gerektiğini fark etmiştim. Benlik değildi.

Son seneye gelince yine beni yönlendirme gayreti içinde bu sefer de tıptan vazgeçip mühendisliğin daha iyi olduğuna kanaat getirdi. Yalnız inşaat mühendisliği, bilgisayar değil. Çünkü bilgisayar mühendisleri pek iş yapamıyorlardı. Ancak inşaatın her daim yeri vardı dünyada. Hayatım boyunca hep inşaatın içinde olduğumdan inşaat okumak istemiyordum. Bilgisayara hevesim vardı. Yine kararımdan vazgeçmedim ve istediğim bölümü yazdım. Aldığım puan en yakın olduğunu düşündüğüm elektrik mühendisliğine fazlasıyla yetince, orayı tercih ettim. Son kararı vermeden önce anneme danıştım. Aslında bir yıl daha çalışıp istediğim yere girmeyi deneyebilirdim. Ama annem böyle bir başarı elde etmişken değerlendir dedi bana. Ve annemin dediğini yapıp tercihimi yaptım. İyi de etmişim.

Gelelim filme. Film hakkında, izlemenizi tavsiye ettiğim için fazla detay vermeden birkaç şeyi anlatacağım. Ali’nin babası çok zeki, çevresinde oldukça sevilen ve sayılan bir vaizdir. Kız kardeşi oldukça zekidir. Erkek kardeşi aptaldır. Ailesinin ve çevresinin Ali’den beklentileri çok yüksektir. Çünkü babaları oldukça zeki ve sevilen bir kişidir ve Ali’nin de en az babası gibi olması beklenmektedir. Ali tıp fakültesi sınavına hazırlanmaktadır. Nedeni başta babası olmak üzere herkesin tıp okumasını istemesidir. Daha ne istediğini dahi bilmeyen Ali, bir yandan ne istediğini anlamaya çalışıp diğer yandan da aile ve çevre baskısından sıyrılarak hoşlanmadığı nişanlandırıldığı kızı bırakıp sevdiği kıza ulaşmanın yollarını arar. Bu aradığı yollar arasında yüzleşme pek yoktur.

Bundan sonrası biraz daha hikayenin detaylarını içerdiği için izlemeyenler bundan sonrasını filmi izledikten sonra okursa daha güzel olur.

Ali daha sınavı yeni ‘’kazanmış’’ olmasına rağmen herkes onu doktor olarak görmeye başlamıştır bile. Sınavda babasının rakibi olan adamın oğlu 96.2 puan aldığını söyleyince kendisi asıl aldığı puanı saklayıp 96.4 aldığını söyler. Asıl aldığı puan 68.5 olduğu için de zaten bölümü kazanamamıştır. Ali bir yandan yalandan üniversiteye giderken diğer yandan da ailesi artık doktor olarak gördükleri oğulları için münasip bir eş arar ve bulurlar. Ali’nin fikri çok da önemli değildir. Aileler zaten karar verdiklerinden çocuklara bir nevi b.k yemek düşer. Gerçi Yomna, yani Ali ile nişanladırılan kız Ali’den ciddi olarak hoşlanır. Ancak Ali’nin gönlü camide ve çalıştığı benzincide birkaç defa denk gelip hoşlandığı Diane’a düşmüştür. Ve bunu ailesine açıklayamaz. Sonunda da düğünden hemen sonra kaçmaya kadar vardırır olayı. Diane ise gerçekten müthiş zeki bir kadındır ve Ali’nin girdiği sınava o da girmiş ve 99.1 puan almıştır. Tabii ki aileler ve çevreleri için kız çocuklarının üniversiteye gitmesi iyi karşılanmadığı gibi Diane’nin aldığı puan da değersiz görülmüştür. Çünkü kadının yeri ailesinin ya da kocasının yanıdır. Okumamalı, evinin kadını olmalıdır.

Avustralya’da 20 yılı aşkın bir süredir yaşamalarına rağmen halen daha gelenek göreneklerini sürdüren, haremlik-selamlık uygulamaları devam ettiren, çocuklarının geleceklerini belirlemeyi, onlar yerine karar vermeyi kendilerine hak gören aileler açısından ‘’kendi kültürlerini sürdürme’’ olsa da durum, çocuklar açısından her şey çok farklıdır.

Benzer bir durumu ‘’Uçurtma Avcısı’’ romanı ve filminde de görebiliyorduk. Oradaki aile Afgan’dı ve ABD’de yaşıyordu. Yalnız Ortadoğu memleketlerinin hemen hepsindeki durum orada da vardı ve özellikle kız çocuklarına müthiş korumacı yaklaşılıyordu.

Biraz üzerine düşününce bizdeki durumun da benzer olduğunu bir kere daha fark ettim. Şimdi ‘’kız çocukları bizde üniversiteye gönderiliyor’’ diyenler çıkacaktır. Kastım o değil ama. Onlara göre çok farklı ve daha ‘’modern’’ olmamıza rağmen bizde de benzer yaklaşımların ülkenin hemen her bölgesinde olduğunu da gözardı etmemek lazım. Ve ailelerin çocuklar üzerinde geleceklerine dair baskı kurmaları, çocukların ailelerine gurur duyurma çabaları vb. Hep yaşadığımız şeyler bunlar.

Biraz daha çocuk odakta olmalı bence. Çocuğun ne istediği dinlenmeli. Yönlendirme tabii ki yapılmalı. Diğer türlü çocuk kendisini değersiz de hissedebilir. Ailesinin kendisi ile yeterince ilgilenmediğini düşünebilir. Ancak işin sonunda 17-18 yaşında bir çocuk, iyi yetiştirilir, güçlü ve zayıf yanlarının farkına vardırılır ve talep ettiği alanlarda yeterince desteklenirse kanımca kendi geleceği ile ilgili kararı kendisi verebilir. Ben yapmıştım.

You may also like...

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d bloggers like this: